“Alkollü içkiden laik Türkler mi uzak duruyor?”

Şair, yazar İsmet Özel’in başkanlığını yürüttüğü İstiklal Marşı Derneği’nin resmi sayfasında yayımlanan “Vakit çalışarak mı, yoksa eğlenerek mi geçse daha iyi” başlıklı yazısı;

“Artık bu dünyada insanın yetiştirecek çocukları kalmadıysa çalışmalıdır, yoksa sıkıntıdan ölür” demiş Eugène Delacroix. Bu söze bir kez kıymet atfettiysek çalışmağı görev duygusuyla mı, yoksa eğlenmekle mi karşılaştırmamız gerektiği aklımıza takılabilir. Çünkü yüzyıllar var ki, modern dünya, daha doğrusu modernleşmiş dünyanın kaymağını yiyerek semizleşenler üretici olmaktansa tüketici olmağı fırsat bilen tufeylilerle doludur. Yani karşımıza “Çalışıp da eline ne geçecek, eğlenmene bak!” diyenlerin çıkma ihtimali her gün biraz daha yükseliyor. Nihayet bir Baudelaire’den haberdar olduğumuzu unutmayalım. Şair çalışmağı eğlenmekten daha az sıkıcı buluyor.

Modernliğin bitmemiş bir tasarım olduğunu dile getiren Jürgen Habermas’ın hâlâ aynı fikirde olup olmadığını merak ediyorum. Belki onun olgunlaşmış (!) düşünceleri modernizmin esası olmadığı, bir şehir efsanesi olarak insanları bir dönem meşgul ettiği yönünde evrimleşmiştir. Ancak anlaşılması ihtimal dâhilinde görülmeyen şeye dikkat edelim: Her şey Türklerin tarih sahnesine çıkışıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Eğer Türkler tarih sahnesine çıkmamış olsaydı dünyanın gayri-Müslim unsurları Haçlı egemen bölgeleri icat etmek üzere harekete geçmeyecek ve modernleşmenin göz önündeki safhaları yaşanmayacaktı. Bugün bir malî hegemonya olduğundan söz ediyoruz. Malî hegemonyanın insanın iştigal ettiği her sahada etkin olduğunu da ister istemez yaşıyoruz. Acaba özgürlüğe açılan bir çıkış yolu bulunabilir mi?

“Türkiye’de alkollü içkiden laik Türkler mi uzak duruyor?”

Bulunamaz diyenler sıkıcı da olsa eğlenmeyi tercih edecektir. Kendine saygısı olanlar çarenin çalışma faaliyetinden türeme ihtimalinde ısrar edecektir. Türkiye’de laikliğin Fransız tarzında yürüdüğü efsanelerin başında yer alır. Modernleşmenin hararetli zamanlarında Fransız laikleri Kilise’ye gitmezler, alkollü içkiden uzak dururlar ve çok çalışırlardı. Kendileri çalışmakla kalmaz çalışmanın övgüsünü yaparlardı. Türkiye’de hiçbir alanda akademik hayatın yer almayışını laiklerin çalışkanlığıyla açıklama cesareti kimde var? Türkiye’de alkollü içkiden laik Türkler mi uzak duruyor? Yerleşik dini umursamayanların da laiklikten uzun bir geçmişi var: Camiye uğramama alışkanlığının geçmişi olmasaydı Türkçede “İki cami arasında beynamaz” gibi bir tabir bulunmazdı.

Dünya Sistemi metropol-periferi (Türkçecilik tutkunuysanız merkez-çevre diyebilirsiniz) ayrımı sebebiyle ayakta durabiliyor. İsa’nın doğumu üzerinden en az 1944 sene geçtikten sonra bankaların ellerinde piyasaya sürdükleri banknot değerinde altın bulundurmak zorunlu olmaktan çıktı. Altının yerini ABD doları aldı. Bugün beynelmilel malî ilişkiler meseleyi çok daha karmaşık bir şekle soktu. Değişmeyen metropol-periferi ilişkileridir. İtalyanlara avrodan bir süreliğine kopma hakkı tanınmadı. Nakit paranın gücünü aşacak bir ekonomik unsurla dünya henüz tanışmış değil. Bu yüzden Sterling ve onun atmosferine heves eden her nakit varlık (meselâ Ruble) avroya yüzünü ekşitiyor.

“Yeni bir ahlâk”

Eğlence mekânlarının, tatil yerlerinin dolup taştığı bir zamandayız. Dünyanın dert dolu günlerinin zevk dolu günlerden daha çok olduğunu göz önüne alırsanız hep böyle olmadı. Gelir dağılımının olduğu kadar toplum hayatından ne anlaşılması gerektiği fikrinin yaygınlaşmasının etkisi büyük. Yani hayattan sadece hegemonya terörünü anlamak yeni bir ahlâk haline geldi. “Yeni bir ahlâk” hep dört gözle beklediğimiz bir şey değil miydi? İşte size yeni bir ahlâk. Demek ki ağzımızdan çıkanı kulağımızın işitmesi gerekiyor. Günün sonunda herkes yeni bir ahlâk; ama öylesi değil, diyebiliyor. Herkesin, ama gerçekten irili ufaklı herkesin üzerine toz kondurmadığı bir ahlâk ideali var. Birinin tamam dediğine diğeri demiyor. Sonunda şiddet ve terör fırsatı yakaladığında şiddete ve teröre kimsenin itirazı kalmıyor. Bu belâlı durumdan sıyrılmak için çalışmak zorundayız. Çalışacağımız şey biçimde mükemmeliyete ulaşmak olmalıdır. Dördüncü senfonisinden sonra kulağı hiçbir şey duymayan Beethoven bunu yaptı. “Benim gözlerimle işittiğim şeyi siz kulaklarınızla göreceksiniz” diyordu. Kulaklarımız ne kadarını gösterdi? Bunun hesabını yapamıyorum.

Tarih boyunca mükemmeliyetçilikten kimse zarar görmedi. Her çabalayan mükemmele ulaşabildi mi? Gerçekleşmesi zor bir ihtimal. Kaybolması mümkün olmayan bir ihtimal aynı zamanda. Mükemmeli hedeflemeniz sizin alnınızı ağartacaktır. Temiz bir niyetle öldü diyeceklerdir sizin için. Bu az bir şey mi?

Yorum yapın